Yaz başında, özellikle evladımız Ramazan’ın öldürülüşünden sonra, ada hakkındaki konuşmalara kulak kabartınca şu soruyu sormamak mümkün değildi: Yoksa ütopyadan distopyaya mı geldik? Bu kadar çabuk mu oldu bu?
“Ütopya” dilimize girmiş olan bir kelime. Her şeyin mükemmel olduğu düşünülen yerler hakkında kullanıyoruz. Bir çeşit ideal-ülke diyebiliriz. İngiliz yazarı Thomas Moore bundan 500 yıl kadar önce uydurmuş. Eski Yunanca parçalarına bölündüğünde “u-topia”, yani “yok-yer” ya da “hiçbir-yer” anlamına geliyor.
Daha az bilinen “distopya” ise onun tersi,“kötü yer” demek. Her şeyin kötü gittiği, baskıdan bunalmış, çürümüş, çevre felaketleriyle yıkılmış, iç karartıcı yerler için kullanılıyor.
Thomas Moore’un hayali ideal ülkesi “Utopia” bir ada idi. Daha sonra da edebiyatta ve düşünce dünyasında bu türden mükemmel ülkelerin adalarda yer aldığı hayal edildi. Bu arada ütopyaların nasıl bozulup distopyalaştığının mekânı da genellikle adalar oldu. William Golding’in “Sineklerin Tanrısı” bir örnektir.
Son zamanlarda dünyanın dört bir yanındaki bazı “cennet adalar”ın kitle turizminin tahribatı ile nasıl bozulup yaşanmazlaştığı da bu kavramlarla anlatılıyor. Ada tartışmalarını dinlerken 2019 yazının başında benim aklıma gelen soru da oydu: Biz de ütopyadan distopyaya mı geldik?
Bence bu sorunun biri iyi, biri de kötü olmak üzere iki yanıtı var: İyi yanıt, “Hayır,henüz tam orada değiliz!” Kötü yanıt, “Derhal radikal önlemler almazsak varacağımız yer orasıdır!”
Bozcaada yeni yüzyılın başından beri, diyelim son 20 yıldır, “İnsanın, büyük kentin hayhuyundan kaçıp, hayatını huzur içinde yaşayabileceği en güzel yer” olarak özellikle aydın kesimin aklına ve gönlüne nakşedildi. Gerçekten, uzun yıllardır Bozcaada’da yaşadığınızı söylediğinizde dinleyenlerin gözleri parlıyor, “günün birinde” diye başlayan hayallerini dinliyordunuz…
Şimdi ise kimi eskilerin kaçma planlarını duymaya başlıyorsunuz… Bu çok acı.
Evet, her şey çok hızlı oldu. Bırakın tüm diğer konuları, hızla fiziksel kapasitenin sonuna gelindi. 39 kilometrekareden ibaret bu minik ada bu kadar kalabalığı kaldırmıyor!
Biz eskiler, günde üç dört araba vapurunun geldiği günlerde hep yapılaşmanın sınırlı tutulmasının önemi üzerinde durduk, artık insanlaşmayı sınırlamanın kaçınılmazlaştığı evreye geldik.
Bu kadar insan, sıkış tepiş aynı fiziksel alana konulursa, orası neresi olursa olsun, sürtüşmeler ve patlamalar olur. Kavgalar çıkar, cinayetler işlenir. Bu açıdan sevgili Ramazan’ın başına gelenler bir bakıma kaçınılmazdı. Yarın başkaları da olabilir. Bu türden klostrofobik sıkıntının sosyal psikolojide hatta psikiyatride yeri vardır. Bu daralmışlık sıkıntısı ya da hafakanı insanlara kötü şeyler yaptırır.
Melek sandığınız insanları tanıyamaz hale gelirsiniz. Ütopya olarak gördüğünüz adanızı distopya olarak görmeye başlamanız gibi.
Yıllarca, kötü yapılaşmanın bir adayı ne hale getirebileceğinin örneği olarak hep Avşa’yı verdik. Biz o açıdan kısmen başarılı olduk, apartmanlaşmaya izin vermedik. Kontrolsuz insan sıkıştırmanın örneği olarak da Venedik’e ve Büyükada’ya bakabiliriz. Şu anda oradayız.
[Bu yazı Ağustos 2019’da Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.]