Bir İngiliz yazarı olan Lawrence Durrell’in ortaya koyduğu bir kavram
“İslomania”. Hadi manyaklığı demeyeyim de “ada tutkunluğu” veya “ada tutukluluğu” olarak tanımlanabilecek bir deyim. Yazarın henüz tıp literatürüne geçmemiş hastalıklar listesinde yer alıyor. Tarifine gelince; “adalarda karşı konulmaz bir çekicilik bulan insanların ruh hali” denebilir”. Bu insanları, bir adada, denizle çevrili küçük bir dünyada olma düşüncesi bile içlerini sözle anlatılmaz bir esrimeyle doldurmaya yetermiş”
“Ada” dendiğinde akla gelen –ya da en azından benim aklıma gelen– meşhur ada, gizem kaynağı Atlantis. Kayıp bir ada, ama Platon’dan beri biliniyor. Antik Yunanlılar da Mısırlılardan öğrenmişler bu eski ama çok ileri uygarlık kaynağı adanın varlığını. Uygarlıklarının küçük bir parçasını da eski Mısır uygarlığına bırakmışlar, akıl almaz Mısır piramitlerinin bu yolla yapıldığını söyleyenler bile olmuş.
Peki, nerede bu kayıp ama insanlık tarihinin gelişmiş uygarlığının adası? Okyanusların ortasından, ta kutuplardaki buzulların altında bir yerlerde olduğundan söz ediyorlar. Hatta kayıp Atlantis’in antik Troya olduğunu söyleyenler dahi var…
Yani Atlantis herkesin kendi içindeki mutluluk adası. Herhalde “islomanyaklar” da Atlantislilerin soyundan gelmişlerdir. Kim bilir?
Bu suyla çevrili kara parçasında izole (islo=island) yaşam tarzının çekiciliği insan zihninin unuttuğu –hatırlayamadığı- bir yaşamın, anne rahmindeki suyla çevrilmiş, huzur ve emniyet duygusunun bilinç dışından yansıması olduğunu öne sürenler haklı olabilirler.
Denizlerle çevrili bir kara parçasından ufuk çizgisine bakan bir kişinin içinde hissettiği tıpkı denizinki gibi kıpır kıpır huzur da bu yüzden olsa gerek.
Elbette gerçek yaşam böylesine romantik değil. Hiç kolay değildir adalarda yaşamak. Özellikle yaşam kavgasının denizler üzerinden sürdürüldüğü dönemlerde yağmanın, yıkımın, kıyımın sahneleridir adalar. Ege ve Akdeniz sularının korsanlık tarihi, bir bakıma adalarda yaşayanların trajedilerinin tarihidir.
Öte yandan toprak, hele küçük adacıklarda çok verimsizdir. Öyle her şey yetişmez ancak kendilerine yetebilecek kadardır. Geriye dönüp baktığımızda ada halklarının, siyasi tarihin gel gitleriyle azıcık kıpırdanan derin bir yoksulluk çizgisi üzerindeki yaşamlarını görebiliyoruz.
Topraklarında yetişebilen yenebilecek gibi her türlü otu bir şekilde yiyeceğe döndürme çabası, yeşilliklerle, otlarla beslenme tercihi, bu gün pek moda olan sağlıklı bir yaşam tarzı seçimi isteğinden değil, yoksulluktan ve zorunluluktan ortaya çıkan zorunlu bir durumdan kaynaklanır? Sadece otlar mı? Salyangoz, kirpi vb. Kolayca toplanabilen hayvancıklar da bu gün pek fazla kabul bulmasa da pek lezzetli,
besleyici bir gıdaya dönüşmüş. Bir de deniz var. Balıklarından kabuklulara hatta anemon ve yosunlara varıncaya kadar yenebilecek ne varsa bu insanların beslenme diyetini oluşturmuş, ama deniz Homeros’un deyimiyle “hasat vermez”dir. Yani teknolojik imkânları kısıtlı olanlar için öyle çok verimli değildir.
Pek verimli olmayan bir toprak, dost mu düşman mı belli olmayan bir deniz ve bu kıskacın arasında korsanlara, yağmacılara, istilacılara karşın yaşam mücadelesi veren bir avuç insan. İşte adalı budur. Sonraları bazı tuzu kuruların eleştirdikleri gibi sözde “güvenilmez, kaypak” olmasınlar da ne olsunlar?
[Bu yazı Nisan 2022’de Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.]