1990’ların başlarından itibaren adadaki evin sofralarında konuşulanları önemseyip kulak kabartacak kadar büyümüştüm. Artık sofra sadece yemek için tertip edilen bir masadan ibaret değildi gözümde. Bozcaada’dan ve diğer adalardan (aralarında ailemizin bir kökünün
dayandığı “uzak vatan” Girit de vardı), Kasımpaşa’dan Kuzguncuğa varıncaya İstanbul’un semtlerinden, dedemin babası Mehmed Şerif Bey’in esarette kaldığı Pire’den, babaannemin ailesinin memleketi Batum’dan nice hikâyelerin anlatıldığı bir sohbet sahasıydı.
Elimde bu dönemden kalma ve aynı akşam çekilmiş iki fotoğraf var. Muhtemelen 1999’dan kalma bu fotoğraflar Poyrazliman’daki evimizin denize bakan ön bahçesindeki masayı gösteriyor. Rüzgârın esmediği akşamlarda soframızı buraya kurup Anadolu tepelerinden ayın doğuşunu izleyerek yerdik yemeğimizi. Bu sofra da böyle bir akşamda kurulmuş olmalı.
İlk fotoğrafta masanın sağında oturanlara gelince; en sağdaki sarışın, mavi gözlü kadın halam. Yanında oturan, mütebessim ifadeli genç benim. Benim yanımda dedem oturuyor; dedemin yanında da eniştem var. Masanın başında hayal meyal seçilen figür ise babaannem. Arkamızda mutfak penceresinin vişneçürüğü rengindeki kepenkleri ve pencere pervazına yerleştirilmiş pembe yapraklı bir saksı çiçeği var. Çiçek çok sevilirdi; adadaki evin her iki bahçesi de çiçek doluydu, ayrıca dedemle babaannemin Bahariye’deki evlerinin ön ve arka balkonları da çiçek bahçesine benzerdi. Fotoğrafta mutfağın dış duvarına yaslanmış yeşil bir de kavukluk var ki ben kendimi bildim bileli, adadaki evin dekorunu oluşturur. İçine testiler, eski fenerler konulurdu; hatta bir ara iç kısmındaki sedeflerinin turuncu turuncu parladığı kocaman bir pina ve dikenleri dökülmüş deniz kirpisi (adalılar denizkestanesine genellikle kirpi derler) kabukları yerleştirmiştik içine.
Masanın karşı tarafını gösteren fotoğrafta ise solda kuzenim Doruk var. Yanındaysa ikinci derece kuzinlerimizden İlknur oturuyor. İlknur babaannemin ailesi tarafından akrabamızdı; babası babam ve halamla kuzendi. Babaannemin ailesinden pek çok kişi 1970’lerde adadan ev sahibi olmuştu. İstanbul’da Bağlarbaşı-Altunizade-Kuzguncuk arasındaki bölgede oturan bu akrabalarımız yazın bizlerle adaya gelirlerdi, adada herkes tarafından tanınıp sevilirlerdi. Poyrazliman’daki eve uğrayışlarını her zaman yemek saatine denk getirmeseler bile çay ve kahve içmeye sıklıkla gelirlerdi. Onların misafirliği tatlıydı: Uzun sohbetler edilir, eski Üsküdar hikâyeleri anlatılırdı. Bu aile ayrıca 1955’teki 6-7 Eylül olayları sırasında yakın dostları olan Ermenilerle Rumları korumak için gayet çetin fiziksel çaba göstermişti ve gözü dönmüş kalabalıkları dostlarının evlerine yaklaştırmamak için sarf ettikleri gayretle övünebilirlerdi.
İlknur işte bu aile tarafından akrabamızdı. Mimari restoratördü ve bir dönem adaya
yerleşmiş, yakın aile dostumuz adalı mimar Ayşe Deniz Sekban’ın yanında çalışmıştı. Fotoğrafın çekildiği akşam İlknur bize akşam yemeğine gelmiş, böylesi yemekleri Salhane’ye yapılan ziyaretler izliyordu. Yaşımızın Salhane’ye girmeye yetmediği bu dönemlerde Doruk’la benden birkaç yaş büyük olan kuzinimiz sayesinde oraya rahatlıkla alınıyorduk.
Önceki fotoğrafta masanın sonunda zorlukla seçilen figür burada açıkça görülüyor: Babaannem. Ondan bahsetmeyi çok severim, zira ayrılışımızın üzerinden sekiz sene geçmesine rağmen hatırası çok canlıdır ve bana mutluluk verir. O, adalıların “süslü yengesi”ydi. Ailesinin Karadenizli olduğundan bahsetmiştim ancak “93 muhaciri” olan bu aile İstanbul’a 1880’lerde gelmişti. Batum artık ancak hikâyelerde kalmış bir yurttu onlar için. Babaannem Bağlarbaşı’nda doğmuş, Rum ve Ermeni çocuklarıyla büyümüş ve kiliselerine de girmiş, sofralarına da oturmuştu. Meramını anlatacak kadar Ermeniceyi de o zaman
öğrenmişti. Fotoğraftaki memnun ve mütebessim ifadesi, gençliğinde sert bir kadın olduğu yolundaki hikâyelerle hep çelişir gibi gelmiştir bana. Zira biz çocuklara karşı müthiş yumuşaktı, en çok da ailenin en küçük torunu olan bana karşı. Babaannemi hep bu resimdeki ifadesiyle hatırlarım ve onun bize sevgisini, şefkatini düşünmek beni şimdi dahi sevindirir.
Fotoğrafın arka planında görülen şezlonglar belki benimle yaşıt, belki benden biraz da büyüktüler. Onların yanındaki zakkum ise hem tehlikeli hem de cazipti. Yaydığı o baygın, hoş kokuya rağmen dedemin “zakkum tekin değildir, elini pek sürme” demesi tuhaf bir biçimde beni yanından her geçişimde bu bitkinin kokusunu içime çekerken yapraklarını da okşamaya iterdi. Eskiden zakkumun olduğu yerde kocaman bir iğde ağacımız vardı, onu dedem 1970’lerin başlarında kendi eliyle dikmişti. Sandalyelerimizi altına atar, serinliğinde oturup denizi seyrederdik. Akşama doğru esmeye başlayan rüzgârın o ağacın dallarını hışırdatmasıyla ortaya çıkan ses bana çok garip gelir, Poyrazliman’ın ne arabaların ne de teknelerin şimdiki gibi bozamadığı sessizliğinde hem ürkütür hem de mutlu ederdi. Fakat ağacın gittikçe yaygınlaşan köklerinin, verandanın altında büyüyerek zemindeki taşları çatlatmasından ötürü iğdemiz cenaze törenini andıran hüzünlü bir merasimle kesilmişti.
Bu fotoğrafta ayrıca dedemin eviyle Neşet Günal’ın evini birbirinden ayıran duvar da görülüyor. Bu tarihte sağlığı bozulmaya başlamış olan Neşet Bey’e adaya seyahatin zor gelmesinden ötürü ailesi evi satılığa çıkarılmış, alan da biz olmuştuk. Bu ev en azından o zaman öyle fazla kullanılmazdı. Hayat dedemle babaannemin evinde geçer, buraya ancak yatma zamanında gidilirdi. Hep biraz ihmal edilmiş gibi görünen bahçesini bürümüş kaz ayakları, sivri dikenlerle bezeli yapraklarının boyu bazen bir metreyi bulan devasa kaktüsleri, olur olmadık yerden fırlayan kertenkelesi, birden kucağımıza atlayan çekirgeleri ve odalarındaki yatakların altına saklanan akrepleriyle burası bize göre ürkütücü bir yerdi.
Bu fotoğrafların çekildiği gece sofrada neler vardı? Besbelli bir yemeğin sonuna gelinmişti, ancak sofra sürüyor. Bir rakı şişesiyle ona eşlik eden şarap şişesinin yanında kavun ve
karpuzla dolu bir büyük cam tabak var, ayrıca biber dolması ve mercimek köftesinden kalan birkaç parça da görülüyor masada. Demek ki “doyma” faslı sona ermiş, artık içkinin yanına eşlik edecek az miktarda yiyecekle “keyif” evresi başlamıştı. Keçi peyniri az kalsa da şarap sevenleri gecenin sonuna kadar idare edecekti herhalde. Masada bir ketçap şişesi de görülüyor, demek ki köfte veya bonfile pişirilmişti.
Daha o zamanlardan bu sofraların kıymetini anlamıştım. Oysa kaygısız geçen gençliğimde kıymetini bilemediğim şeylerin sayısı az değildi. Ancak sofraların hep başka türlü bir cazibesi vardı; bunu önce Kalamış’ta, sonra da Fenerbahçe ve Moda’daki evimizde daha çocukluğumda öğrenmiş olacağım. Hem annem hem de babam sofraları severlerdi. İkisi de ailesinden böyle görmüştü. O yüzden nereye gidersem gideyim, insanları tanımak için en iyi yolun sofralarına oturup konuşulanları dinlemek olduğunu ben de erken yaşta öğrendim. Büyüdüğümde de bu sofralara olan muhabbetim devam etti, ancak bir farkla: Artık kendi evimde sofralar tertip ediyor, sevdiğim insanları da etrafında toplamaya gayret ediyordum.
Her ailede olduğu gibi bizde de dönüp duran bir çark var ve adalıların sofrasını İstanbul’da devam ettiren kişi olmak vazifesi bugün bana düştü. Yarın başkasına düşecek. Hayat böyle.
[Bu yazı Aralık 2022’de Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.]