1970’lerden beri Poyrazliman’daki evimizde çok sofra kuruldu, çok misafir ağırlandı.1980’lerin sonlarından itibaren, ben de bu sofraların parçasıydım. Eskiden her hanede fotoğraf makinesi olmadığından, sofralarla ilgili esas bilgi dilden dile dolaşan hikâyelerindeydi. Bu hikâyeleri, becerebildiğimce toplamaya çalıştım. Elimdeki bazı fotoğrafları bu hikâyelerle eşleştirebildiğimde de, ortaya adalı bir ailenin yaz sofralarına dair bir anlatı çıktı. Böylelikle 1970’lerden, 1980’lerden ve 1990’lardan birer fotoğrafla bizimkilerin, dedem Fethi ve babaannem Necmiye Kayaalp’in Poyrazliman’daki sofrasını yeniden hatırlamayı denedim.
1970’lerin başlarında çekilmiş olan ilk fotoğrafın benzerine pek çok adalı ailenin fotoğraf albümünde rastlamak mümkün. Fotoğrafta Kayaalp ailesiyle, ailenin dostu olan bir adalı hanım görülüyor. Resim yazın çekilmiş; ancak sofra, bahçede değil, evin içinde. Adada bahçeli bir eve sahip kimse, evin içine sofra kurmaz. Belki hava kötüydü; sert esen rüzgâr, adalıları sofralarını içeri kurmak zorunda bırakıyordu. Üzerine kareli bir örtü serilmiş masadaki esas yemeklerin bitirildiği, meyveler ve zeytinyağlılara eşlik eden boş rakı bardaklarıyla sofranın sonuna yaklaşıldığı belli. Masada bulunanlar sağdan sola Seyhan Kayaalp, eşi İbrahim Kayaalp, Mürüvvet Kayaalp (Halil Yakar’la evliydi), aile büyüklerimizin “muhterem bir hanım” olarak andıkları adalı Sabriye Hanım, İbrahim Acarol, eşi Nurten Acarol (Mürüvvet teyze ile Halil eniştenin kızıydı) ve Sabriye Hanım’ın iki küçük kız torunu. En önde, çiğ dolmanın suyunu kepçeyle içen de babaannem Necmiye Kayaalp. İbrahim ve Mürüvvet Kayaalp, dedemin amcasının oğlu Ali Kayaalp’in (Alibey Kaptan) çocuklarıydı. Yaşça dedeme yakın olduklarından dedem onları, onlar da dedemi kuzen sayarlardı. Dedem bu karede görünmüyor; belki fotoğrafı çeken oydu.
1970’lerde Bozcaada pek bilinmiyordu; adaya gelenler, adalıların dostu veya davetlisi olan kentli misafirlerle ıssız bir Ege adasını keşfetmek isteyen az sayıda maceraperestti. Böyle misafirler bizim soframızdan da eksik olmazdı. Dedemin, Resim Bölümü’nde öğretim üyesi olduğu Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden arkadaşları veya kimisi Akademi’den, kimisi de 1950’lerde resim ve sanat tarihi öğretmenliği yaptığı Anadolu kentlerindeki lise ve enstitülerden öğrencileri bu sofraların değişmez konuklarındandı. Kastamonu Lisesi’nden öğrencisi olan tiyatrocu Hadi Çaman’dan, kendisi de adaya yerleşen grafik sanatçısı ve ressam, Akademili Zeki Dinlenmiş ağabeye varıncaya dek, dedemin yakın çevresinde bulunmuş olan herkesin bu sofraya oturmuşluğu vardı. Akademilileri adaya getiri onların adada ev sahibi olmasını sağlayan da Fethi Kayaalp’ti.
Fakat sofranın misafirleri arasında akraba ve hısımlarla, yakınlığı akrabadan az olmayan adalı dostların da önemli yeri vardı. 1943’te adayla bağını kopartıp, yirmi sene boyunca adalılarla görüşmediğinden; 1960’larla birlikte adaya yeniden gidip gelmeye başladıktan sonra dedem, adalı akraba ve dostlarıyla daha sık birlikte olmak istemişti. Bu yüzden soframızda diğer Kayaalpler ile Varlı, Dinçoğlu, Talay, Yakar, Dönmez, Tekin gibi akrabalık veya hısımlık bağı olan adalı ailelerin mensupları da bulunurdu. 1970’lerde adadan ev satın alarak, yazdan yaza adaya gidip gelen, babaannemin Karadenizli akrabaları da bu sofraya sıkça katılırlardı.
Sofra, genellikle akşama doğru toplanırdı. Misafirler, arka bahçeye girdiklerinde “Fethi abiiiiii” veya “Necmiye ablaaaa” diye seslenir, bir yandan denize bakan ön bahçeye yürürlerdi. Burada onları, geriye doğru taradığı açık kumral saçları ağarmış, mavi gözlü, kızılımsı bıyıklı, yakışıklı bir adam olan dedemle üzerinde ketenden, açık renkli bir yaz elbisesi olan esmer, ufakça, güzel bir kadın olan babaannem karşılardı. Adalıların “süslü yenge”si babaannem, çıkık elmacık kemikleri ve hafif çekik gözleriyle ailemizdeki herkese Aliye Rona’yı hatırlatırdı. 70’lerinin sonlarında bile gözlerine kalem çekmekten, yanaklarını allıkla boyamaktan, ruj sürmekten vazgeçmediğini hatırladığım bu kadın İstanbul ikramının inceliğini hem çocukluğunda, Üsküdar’da yetiştiği evde gördüklerinden; hem de babası Hasan Bey’in, 1920’lerden 1960’lara dek sahibi ve işletmecisi olduğu Bağlarbaşı Meydan Gazinosu’nda gördüklerinden bilirdi. Aileyi etrafında toplayan sofraları hazırlayan da oydu.
Babaannemin sofrası çorbasıyla, pilavıyla, etli yemeğiyle, salatasıyla ve tatlısıyla İstanbul sofrasıydı. Ancak adalı aileye gelin geldiğinden, kısa sürede ada sofrasının inceliklerini öğrendi. Bu sofranın temel kaidesi de, balıksız olmamasıydı. Dedem 1970’lerin başlarında kendine satın aldığı sandalıyla, alışveriş yapmak üzere adaya gider, yolda da oltasını atıp balık tutardı. Yeni tuttuğu balıkları, deniz kokusu üzerindeyken getirip pişirerek ikram ederdi misafirlere ama adadaki gidip balıkçıdan balık aldığı da olurdu. Balıklar, boyutlarına göre tavada kızartılabilir, ızgarada veya mangalda da pişirilebilirdi. Bazen büyük balıklar, dedemin çocukluğunda, adanın fırınlarında pişirildiğini hatırladığı usulde, papaz yahnisi yapılırdı. Balık kaba konur, üzerine zeytinyağı dökülür, domates, soğan, sarımsak ve bazen patates ilave edilir, baharatı ve suyu da eklenip fırında pişirilirdi. Babaannemin zeytinyağlıları meşhurdu; nefis barbunya, enginar ve yaprak sarması hazırlardı. Adalıların çiğ dolmasını da öğrenmişti; hatta babannem, Mürüvvet teyze, Müyesser (Razlıklı) teyze ve Semiha (Günel) teyze birlikte çiğ dolma hazırlarken, sohbet eder ve çay içerlerdi.
Poyrazliman’daki sofrada rakı ve şarap da vardı. Yemeğe radyodan yükselen nağmeler eşlik ederdi. Hem dedem, hem de babaannem alaturka meraklısıydılar ve gün boyunca açık olan radyoda, “Mani oluyor halimi takrire hicabım”dan “Cana rakibihandan edersin”e, onların sevdiği şarkılar, gece bitene dek çalardı. Sohbet ise hiç tükenmezdi. Her konuda konuşulurdu. 1970’lerde adalılar, şimdikine göre zamanın yavaş aktığı, günlerin birbirine benzediği kapalı bir dünyada yaşayan ve birbirini iyi tanıyan insanlardan oluşan bir cemaatti. Sadece birbirlerini değil, birbirlerinin ailelerini de nesillerdir tanıyorlar ve akrabalık yahut dostluk ilişkilerini, bu asırlık bilgi üzerine kuruyorlardı. Herkes, herkesin her şeyini olmasa da, pek çok şeyini biliyor; bilmediklerini de hayalinden tamamlıyordu. Adadan ayrılan Rumların hatırası halen tazeydi, birlikte yaşanılan günler bir kol boyu mesafedeydi. Yine de eski yaşantı bir şekilde sürüyordu; kaptanlar, sefere çıktığında eşleri, limandaki evlerinin mutfağında iş yaparken, mutfak penceresinden kocalarının tekneleri gözlüyorlardı. Arabalı vapur işlemiyor, Halil Yakar’ın teknesi bata çıka Anadolu’dan adaya misafir taşıyordu. Merkezde akşam elektrik kesiliyor, kandiller ve lüks lambalarıyla aydınlanılıyordu. Eski nesillerden dinlenen, Yunan işgali döneminin olaylarıyla büyük balık avları veya azgın fırtınalar gibi ada için önem taşıyan hikâyeler, halen sofraların çok anlatılan konularındandı. Anakaradan uzaktaki bu rüzgârlı adacıkta hayat zordu; ancak yazın, aile fertleri bir araya geldikleri sofranın etrafında hem nesilden nesile aktarılan eski hikâyelerini hem de kendi zamanlarının basit, gündelik olaylarını konuşarak, adalılıklarını hatırlıyorlardı. Sofralarına neşe hissini veren de buydu.
[Bu yazı Ağustos 2022’de Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 5o. sayısında yayınlanmıştır.]