Ekim ayına girdik şimdilerde. Ada Eylül 20’den sonra bir ıssız, sakin. Kapalı pek çok yer. Böyle zamanlarda yürüyüş yaparken hep anılarım aklımın bir köşesinde oluyor. Bir zamanlar Lodos varken, yani biz henüz restoran işletmeye devam ediyorken, sabahları dükkanı erken açmak en sevdiğim işti. Sokaklar ıssızken, henüz mahallede ve adada hayat başlamadan, dünyaya bakmak sanki yeniden doğmak gibiydi. O saatlerde kahve içmeyi çok severdim. Hâlâ severim. Şöyle oluyordu:
Rahmetli Arif Amca bakkalı açar, Çınaraltı Kafe çayını demlerdi. Henüz hediyelikçi olmamış Balcı Kahvesi de erkenci bir kahveydi. Ve Simyon Amca. “Günaydın” der, ağır aksak adımlarla meydana doğru gider, işçilerle konuşurdu.
İşte o zamanların güz ayları geldi mi biz, her yıl 5 Kasım’da kapatırdık Lodos’u. Neden öyleydi? Bugün düşünüyorum da bir yanımız çok severdi o zamanları. Başka türlü bir şeydi. Çok mu romantik? Çok mu düşsel? Dönüş yolunda tekneciler gelirdi, sonbahar yollarında münzeviler, aşıklar, sırt çantalı geç zamana kalmış turistler, meraklı, keşif peşinde gençler ve bazen ada delisi “islomanyaklar”. Kalabalığı sevmeyen bazı ev sahipleri. Yeni ev sahibi olacaklar, arazi kapatanlar, hazine kiralayanlar, emlak kovalayanlar. Yerleşmek derdindekiler, suskunluk peşindekiler.
Çok muydu bu insanlar, hayır.
Oysa, en güzel sohbetler, en uzun geceler, en tatlı yemekler o ekim-kasım aylarında yapılır edilir, yenir içilirdi. Taze mürekkebiyle kalamarlar, bol balık, palamutlar, lüferler, dülgeri, çuprası. İlk yağmurlarla mantarlar, yenilebilir taze otlar.
Fırtınada çat kapı giren trolcülerle Jacqueline Du Pre dinlemek. Çıt çıt şöminede ısınan balıkçının tekneye dönüşü. Kapıyı yağmura kapamak. Bize kalan karışık balıklar da gidilen suların, gurbetlik hikâyelerin izini aramak. Bedava hikâyeler, hikâyeciler.
Festival tadında müzikler dinleyip, ıssız sokaklara bakmak, denize dalmak, düşen çınar yapraklarının sarısı içinde uçuşan kargaları izlemek, bulutlarla konuşmak. O gün bulduğum bir balıktan, sebzeden tazecik yeni bir yemek yapıp onu heyecanla masaya götürmek. Sonra üzerine konuşmak. Bugün bile beni gülümseten, mutluluk verici anılar.
Şimdi bu anılara bakıp, başka bir adaya mı uyanıyorum? Gençler de aynı anıları biriktiriyor mu? Sürekli yorgun olduğunu söylemek iyi bir şey mi? Sezon bitmek yerine, yavaş içilen rakı tadında aksa fena mı olur?
Kapısı kitlenen mekanlar, kapanan oteller, göçen komşular, yazlıkçılar. Ve bizim küçük adamız. Anılarımız, acılarımız, kahkahalarımız.
Hep aynı mekanlarda, aynı insanlar, aynı müzikleri dinleyip durmadan ve durmadan mutlu oluşlarımız. Sohbetlerimiz, ev içi sığınaklarımız, dostluklarımız.
[Bu yazı Şubat 2016’da Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 15. sayısında yayınlanmıştır.]