Arada az miktarda zehir,
Bu hoş rüyalar sağlar.
Son olarak da çok miktarda zehir
Hoş bir ölüm için.
“Böyle Buyurdu Zerdüşt”
Friedrich Nietzsche
Simyon Amca’nın anlattığı hikâyeleri hatırlıyorum zaman zaman. Özellikle bağbozumu sonrası yüklenen kamyonların, teknelere sığmayan üzümlerin zamanına ait hikâyeleri. Bağbozumu bitince İstanbul’da alınan dairelerin, gidilen müzikhollerin, kalınan otellerin hikâyelerini.
Hayati Talay’ın “bu iş ciddiyet ve emek ister” derken yudumladığı şaraba dair söylediklerini.
Topluca zehirlendiğimizi düşünüyorum. Size bunu anlatmak için yazdım bu yazıyı. Hiç zehirlendiniz mi? Örneğin besin yoluyla? Mideniz bulandı, karnınız ağrıdı, kusma ihtiyacı hissettiniz mi? Temizlenmek için çabalayan vücudunuzu dinlediniz mi? Peki, bir ağacın zehirlendiğini gördünüz mü? Veya bitkinin? Gittikçe sararan yaprakların döküldüğünü, cansız dalların adeta uykuya geçtiklerini ve bir süre
kendilerini yenilemek için bütün çiçeklerini ve yapraklarını döküp uykuda kaldıklarını. Tıpkı kış gelmiş gibi. Sonra yeniden yavaşça açan yeni yeşil yaprakların mutluluğunu.
Peki, ruhsal zehirlenme? Yani içinde bulunduğu durumu anlayamayacak kadar uzağına düşüp, yanıltıcı görüntü ve bilgilerin etrafında gerçek olmayan bir akışa kapılıp gitme hali? Ne pahasına olursa olsun içinde bulunduğumuz durumdan çıkamama haline kapıldınız mı?
Adeta ışığa tutulmuş tavşan gibi. Farkında olmadan kapıldığınız bu selin sizi sürüklerken aniden bir duvara toslar gibi gerçekle karşılaştığınızda kaybolacağınızı, şaşıracağınızı ve çözümsüz kalabileceğinizi bile bile. Adeta bir sarhoşluk halinden çıkamama durumunu.
Bu hafta bir haber hepimizi derinden sarstı. Diyojen’in üzümleri bağında kalmıştı habere göre. Üstelik “Rum bağcı Diyojen’in” üzümlerini alan fabrika olmamış, bağcı bütün kış emek verdiği üzümleri ile baş başa kalmış, büyük zarara uğramış ve artık bağcılığı bırakmak noktasına bile gelebileceği konuşulmaktaydı. Bu haber o kadar etkileyiciydi ki Instagram hesabımda paylaştım. Herkes duysundu. Bana yazanlar şöyle diyordu: Bağcı Rum olduğu için mi almadılar üzümlerini? Bu sorun ilk kez mi
yaşanıyordu? Üzümleri adalı şarapçılar neden almamıştı?
Ben de bilmiyordum cevapları. Yazıda bunlara dair cevaplar yoktu. Bu sırada ada kalabalık, işler yolunda, rakılar soğuk, şarap içenler hayli azınlıktı. Turistler sinek, arı ve böcek görmek istemediği için bahçeler düzenli ilaçlanıyordu. Her gece danslara gidiliyor, meyhanelerde masa üstlerinde coşuluyordu.
Zaten üzüm dediğin, bağdan kasaya, kâr bırakmayan bir işe dönmüş, dışarıdan gelen büyük şarapçılar da olmasa zeytincilik daha karlı görülür olmuştu. Bağlar bozuluyordu. Ya da Nejat’ın deyişiyle, bağbozumu, traktörlerle gidilen şamatalı “bağbozgunu”na dönüşeli epey olmuştu.
Ancak ne hikmetse Diyojen’in üzümleri bağda kalmıştı. Ona bir imece planlanmış, kasasını kapan bağa koşmuş, 100 lira (yazı ile yüz lira) karşılığında ne kadar toplayabiliyorsa almıştı. Peki, Diyojen kurtulmuş muydu? Diyojen kurtulursa ada bağcılığı kurtulur muydu?
9/8 çalıyordu ve insanlar bağlara doğru gidiyordu. Yoksa, neredeyse bütün üzümler bağda kalacaktı. Bunu bağcılar biliyordu.
Bütün bunları düşünürken aklımdan başka bazı sorular geçiyordu… Bizim yanyanalığımız nasıldı? Biz sadece Bozcaada özelinde, yani mekânsal bir aradalık ile mi duruyorduk? Burası Pozantı olsa yine de bir arada olur muyduk? Ya da Geyikli? Bizi birbirimize bağlayan “bağ”lar var mıydı? Bunlar kanlı canlı bir araya geldiğimizde coşturan türden miydi?
Yoksa biz, temel amacı her daim mutluluk olan yeni dünyanın bize verdikleri ile avuçlarımızı ovuşturup, aynılaşmış maddi değerlerimizin etrafında kendi cennetimiz sandığımız yerin herkese ait bir cehennem olduğunu unutup yaşayıp giden tuhaf topluluğun o ışığın karşısında donmuş tavşanları mıydık? Ortak acımız ne olabilirdi? Bağlarda üzümlerin dalında çürüyor olması olabilir miydi? Yahut ortak acılarımız
olmadan bu adayı sevmiş, burada yaşamayı anlamış olabilir miydik?
Bize verilmiş bu eşsiz topraklarda, yine sadece bu topraklara ait eşsiz bir değerin gözümüzün önünde yok olması pahasına değerlerimizi satıp, sattığımızın da bir gün biteceğinin farkında olmadan yaşayıp gidiyor muyduk? Gerçekten bize ait ne vardı bu topraklarda?
Diyojen’in üzümleri yerde kalınca kim mutlu oluyordu? Kalmazsa nasıl bir üzüntü içimizi kaplıyordu? Peki, iki kasa üzüm alınca ada bağları kurtulup, bağlarımız kuvvetleniyor, bağcılığımız gelişiyor muydu? Biz kimdik? Burası neresiydi? Bu kadar sembolik bir ölümü görmezden gelecek kadar acıyan yerlerimiz nasıl körelmişti? Bu gerçeği hazmedecek gözlerimiz, kilitlendiğimiz ekranda önümüze düşüveren, iri,
benleri karnında sarı taneli çavuşu tutan eli yana kaydırınca sorunlar da yana kayıyor muydu?
Bunları düşünmeme sebep traktör önümden alkışlarla geçiyordu. Oturduğum kafede
arkamdaki masada sipariş alınıyordu:
“İki long island getir bize…”
“Buzu bol olsun…”
[Bu yazı Ekim 2022’de Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.]