Sevgili Sümbülya, sen de siyahlar giydin artık. Dulluğun kaçınılmaz rengi.
Ama zaten tanıdım tanıyalı hiçbir zaman canlı, çarpıcı renkli giysiler içinde görmedim ki seni.
Yeni taşındığımızda ne kadar farklıydı sokağımız, sakin ama neşeliydi. Kapı önlerine çıkar otururduk. Zaten sırf bunun için tepedeki manzaralı evimizden vazgeçip bu sokağa taşınmamış mıydık. Sokağımıza açılan dar ara sokağın bir köşesinde sizin babadan kalma eski ama bakımlı eviniz vardı diğer köşesindeki, şair Arif Damar’ların aldığı, ama sonra uğraşmak istemedikleri yıkıntıyı da biz, tazelenmiş bir ada aşkıyla alıp yenilemiştik.
İyi ki evlerimizin bahçeleri yoktu, böylece bahçelere tıkılıp kalmıyorduk. Yani bahçede oturmak bile bir anlamda Ada’dan soyutlanmak anlamına geliyordu çünkü. Eskimiş bir minder atılınca kapı basamaklarından güzel koltuk mu olurdu ki. Kapı önlerimiz soluklanacak, sohbet edilecek, tanıdık ya da tanımadık her geçenle selamlaşılacak, iyi günler dilenecek, ada haber ve söylentilerinin paylaşılacağı yerdi. Çaylar kahveler pişirilip ikram edilir, sebzeler ayıklanır, örgüler danteller örülürdü. Sen o ağırbaşlı tavrınla sohbet için duraklayana hemen bir minder ikram ederdin oturması için.
Ağırbaşlıydın gerçekten. Ne de olsa adanın yerlisi, saygın ailelerinden biriydiniz. Bizler artık adaya yerleşik de olsak az çok turist sayılıyorduk sanırım. Turist rahatlığıyla, ayağımızda şortlarımızla, parmak arası terliklerimizle, yani özensiz rahat kıyafetlerimizle gece gündüz, her saate aklımıza estiğinde ya alışverişe ya da dolaşmaya çıkabiliyorduk.
Oysa seni öyle uluorta gündelik giysilerinle çarşıda görmek mümkün değildi. Çarşı dediğim de zaten iki sokak ötedeki küçük dükkanlar topluluğuydu. Oraya bile zorunlu olmadıkça zırt pırt gitmez, giderken de düzgünce giyinirdin. Ayrıca pazar günleri kilise ziyaretinde de giyimine ayrı bir özen gösterdiğin belli olurdu.
Eh, tabii Teologo’nun eşiydin sen. Teologo adanın en çalışkan, en deneyimli bağcılarından biriydi. Yetiştirdiği üzümler bağbozumunda yapılan şenlik yarışmalarında birinci olurdu çoğu zaman.
Sabahın erken saatlerinde bütün ada uyurken o kalkar, traktörüne atlar, giderdi bağına. Emektar atının adı Filiz’di. Teologo’nun sözünü dinlerdi Filiz, arkadaşı gibiydi. Teologo dizginlerini bıraksa bile o bildiği biçimde kütükler arasındaki yolunu izleyerek toprağı sürer, köşeye geldiğinde durup onu bir akide şekeriyle ödüllendiren Teologo’nun direktifini beklerdi. Teologo bağın da bağcılığın da bir üzüm tanesinin de insanın da dostun da değerini bilen, hakkını veren bir insandı.
Unutmam mümkün değil, bir gün Sümbülya ile neşeli ve çalışkan yan komşumuz Handenur gene kapı önünde oturmuş adanın ünlü üzüm reçelini yapmak üzere güzelim Çavuş üzümlerinin çekirdeklerini bir firkete yardımıyla çıkarmaktaydılar. Teologo’nun düşen bir üzüm tanesini şefkatle yerden kaldırışını, düşünceli bir tavırla ve usulca, “Bir üzüm tanesinde ne çok emek olduğunu kimse bilmez” diye fısıldayışını anımsıyorum. Doğru söylüyordu, kimse onun kadar bilemezdi bir üzüm tanesinin değerini ve bundan böyle her üzüm tanesinde onu ve bir üzüm tanesinin değerini anımsayacaktım.
Adaya her gelişimizin ilk sabahında, eğer üzüm mevsimiyse kapımızda bir kasa üzüm bulurduk, üzüm mevsimi değilse kendi yetiştirdiği güzelim kış kavunlarından birini. Her zaman çalışan insandan yana olan eşimle ne çabuk, ne içten bir dostluk kurmuşlardı. “Ah, şimdiye kadar neredeydiniz, neden daha önce tanışmadık” diyen sesi hâlâ kulaklarımda.
Küçük alçak gönüllü misafir odalarında, duvarda bir fotoğraf asılıydı. Sümbülya ve Teologo’nun yan yana çekilmiş nişan fotoğrafları. İkisi de gencecik. Sümbülya çok güzel incecik bir genç kız. Teologo derseniz uzun boylu, iri kemikli, iri yapılı, yakışıklı bir delikanlı. Onu yalnızca gençlik fotoğraflarında değil, tanıştığımız orta yaşının üzerindeki günlerde de geniş gülüşüyle Ben Hur filmindeki aktör Charles Heston’a çok benzetirdim. Yaşlılığında da yakışıklıydı yani. Nasıl aşık olup evlendiklerini kısaca anlatmışlardı bir sohbette, hâlâ da aşıktılar besbelli.
Ama Sümbülya eşinin ısrarlarına karşın, çekingenliği ve alıştığı dingin ada yaşamının dışına çıkmak istememesi nedeniyle, belki biraz da korktuğundan, yitirdiği dişlerini yaptırmak için kentteki dişçiye gitmeyi bile reddediyordu. İlk tanıştığımızda henüz yaşlı da sayılmazdı ama ağzındaki eksik dişler nedeniyle epeyce yaşlı izlenimi bırakıyordu. Çok sonraları, Teologo’nun ölümünden sonra, sanırım biraz da Yunanistan’da yaşamakta olan kızlarının ısrarıyla razı olmuştu tedaviye.
Kızları ise ayrıntılarını hiçbir zaman konuşmadığımız bir konuydu. Sümbülya da Teologo da çocuklarına ve torunlarına çok düşkündüler. Kızlarını daha çok genç yaşlarında eğitim nedeniyle mi göndermişlerdi Yunanistan’a, yoksa neden ülkemizdeki çok iyi bildiğimiz kışkırtmalı karışıklıklar mıydı?
Neden ne olursa olsun, sonuçta onları doğdukları yerden kopmak zorunda bırakmıştı. Şimdi ancak yaz aylarında turist gibi geliyorlardı çok sevdikleri adaya.
Teologo bağdaki işlerini bitirip eve döndüğünde diğer Rum asıllı bağcılar gibi tertemiz yıkanır, giyinir, dostlarıyla sohbet için kahveye giderdi. Sümbülya akşam yemeği zamanı sofrasını hazırlar onu pencere önünde beklerdi sessizce.
Sonra Teologo hastalandı birden. Hastalık onun o güçlü yapısına hiç yakıştıramayacağımız bir durumdu. O da hastalığı kendisine hiç kondurmak istemedi, sanki bir suçmuş, kabahatmiş gibi belli etmemeye çalıştı.
Bağcılıkta kullanılan kimyasalları maske filan takmadan uyguladığı için bu hastalığa yakalandığı düşünülüyordu. O güçlü, çalışkan, yorulmak bilmez adam sağlığına çok fazla güvendiği için böyle pervasızca davranmıştı besbelli. Kısa bir sürede onu içten yıktı bitirdi hastalık, sağaltım çabaları sonuç vermedi.
Evet, Sümbülya da karalar bağladı sonunda. O da kışları Yunanistan’da geçirmeye başladı. Ne de olsa iki kızı da, çok sevdiği torunları da orada. Ama yaz geldiğinde yeri Ada’dır onun da. Her yaz, ikimiz de kayıplarımız nedeniyle biraz daha çöken omuzlarımız, derinleşen yüz çizgilerimizle bir araya geldiğimizde yeniden hüzünleniriz. Yeniden dolup taşan göz pınarlarımızla, içten bir sevgiyle kucaklaşırız.
Ayla Çınaroğlu
[Bu yazı Haziran 2018’de Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 25. sayısında yayınlanmıştır.]