Yıllar önce bir yabancı dostum Londra’daki evlerinin sokak isminin 1600’lü yıllardan kalma olduğunu söylemişti. Bizim Levent’teki evimizin bulunduğu sokağın ismi son on yılda, Karanfil’den Lavanta’ya, Lavanta’dan Didem’e üç defa değişti. Adres verirken “Eski Lavanta”, “Yeni Didem” gibi karmaşık bildirimler yapıyoruz. Sokağın en yeni isminin ne olduğunu zaman zaman biz bile karıştırıyoruz. Çevremize bakalım değişen yalnız sokak isimleri değil, şehirlerimiz maya çalınmış hamur gibi sürekli bir yükselme içinde. Değişim, tamam, doğanın temel kanunu. Ama kültür dediğimiz olgu da kalıcılık ve süreklilik üzerine inşa ediliyor. Uygarlık adına bugün bize ulaşan her şey “dengeli bir değişim içinde, bir birikime kültürel bir sürekliliğe dayanıyor”
Özellikle haberleşmedeki bu hızlı değişim bana günümüz medyasından geleceğe ne kalacağını düşündürdü. Elbette günümüzde, tepeden tepeye dumanla haberleşmeyi, ya da Karadeniz yaylalarında olduğu gibi ıslıkla işaret vermeyi savunmuyorum. Ama dillere destan izler bırakan yazılı haberleşme olgusu mektubu özlüyorum. Onun için sevgili okurlar, bugün size bir mektup yazacağım, unuttuğumuz mektuplardan birini. Eski günlerden, anılarda kalmış bir şeyden söz edeceğim. Eski günler deyince benim kuşaktakilerin aklına hemen ”güzel” sıfatı gelir ama ben o konuya girmeyeceğim. Eski haberleşme yöntemleri, günümüzdeki çoğu zaman okuma zahmetine bile katlanmadan bir tuş darbesiyle sildiğimiz “e-posta”lardan farklıydı. Çivi yazısıyla, kil üzerine mektup yazıp bunu fırınlayan, sonra gene kilden yapılma kutusuna koyup mühürleyen Asurlu yazar, imla kurallarına bile özen göstermeden ‘çala-tuş’ yazılmış e-posta yazarından daha titizdi.
“Siper Mektupları” isimli kitabımın yazım sürecinde, Çanakkale Savaşı sırasında askerlerin nasıl haberleştiğini araştırıyordum. O yıllarda askerler arasındaki okuryazarlığın %5’in altında olduğunu biliyordum. Avustralyalı, Yeni Zelandalı askerlerin cepheden-siperden yazdıkları, savaşın dehşetini, çektiklerini, yoklukları, hatta savaşın sonuna doğru bu savaşın anlamsızlığını anlatan binlerce mektup müzelerde saklanıyordu, bir kısmı yayınlanmıştı. Bunlardan pastoral birinde genç bir asker şöyle diyordu; “Anneciğim sabahleyin uyandığımda siperimin önünde bir gelincik çiçek açmıştı”. Başka biri de çıkarmanın hemen ertesi günü yazdığı mektupta, annesine, dişini fırçalayacak su bulamadığını, yattığı yerin rahat olmadığını, yemek için verilen peksimetin dişini kıracak kadar sert olduğunu yazıyordu. ANZAC (Australian and New Zealand Army Corp) askerlerinin mektupları savaşın arka yüzündeki gerçeği açıkça anlatıyordu. Bu duygu ve şikâyet dolu mektuptan sonra araştırmalarıma devam ettim. Rütbelilerin değil sıradan askerlerin savaşı algılaması nasıldı? Türk askerlerin yazdığı mektuplardan söz etmemek olmaz. Onlar acılarını, korkularını içlerine atıyor, savaşın gerçeğini geçiştiriyorlardı. O anda eski günlerde babamdan duyduğum bir bilgi yardımıma yetişti. Babam da Çanakkale de savaşmıştı ve anılarında “Hazır Asker Mektubu” diye bir şeyden söz etmişti. Okuması yazması olmayan askerler matbaalarda basılmış birkaç türü bulunan hazır mektuplardan birini alıp postalıyorlardı. Bunlar basmakalıp, nasılsınız, iyi misiniz, ben iyiyim gibi karşı tarafı rahatlatan, postalayanın hayatta olduğunu bildiren mektuplardı.
Mektup denilince aklıma hep Kanuni’nin Fransa Kralı’na yazdığı söylenen “ben ki…, sen ki….” diye başlayıp biten tepeden bakan mektubu gelir. Eşinin güdümüyle baş vezirini, ardından oğlunu-evladını katlettirebilen bir padişahtan da ancak böyle bir mektup beklenirdi. İkinci Dünya Savaşı’nda 1943 yılı ocak ayında General Paulus komutasındaki 300 bin kişilik Alman Ordusu Stalingrad’da Sovyet birliklerince kuşatıldı. Paulus kuşatmayı yarıp çekilmeyi önerdi. Fakat Hitler beklenebileceği gibi bunu reddetti. Alman Ordusu teslim olmadan önce cepheden kaçabilen son uçak, askerlerin son mektuplarını da taşıyordu. Birkaç saat sonra esir olacağını ve Sibirya’ya doğru ölüm yolculuğuna çıkacağını bilen Alman askerlerin savaşa duyduğu nefreti, kızgınlığı anlatan mektuplarını. Bu mektupların sahiplerine ulaşmasına izin verilmedi. O kargaşa içinde bir kısmı sansürü aşmış olmalı. Sonradan “Stalingrad’dan Mektuplar” ismiyle yayınından anlıyoruz, bunlar da savaşı ağır bir şekilde eleştiriyorlardı.
Mektup deyince derin bir tutkuyu düşünmemek mümkün değil. Tarih boyunca nice sevgi dolu mektuplar umut ya da umutsuzluk taşımıştır. Tutkudan söz edince Franz Kafka’nın Milene Jesenka’ya yazdığı mektuplardan söz etmemek olmaz. Kafka’nın öykülerinin Çekce’ye çevirisi için başlayan mektuplar tutkulu bir serüvene dönüşecektir. Günümüze kalan ise Kafka’nın “Milena’ya Mektuplar” kitabıdır. Freud’un nişanlısı Martha’ya yazdığı mektuplar. Bir yakınımızın mutluluğunu, ya da yüreğimize acı dolduran mektuplar, yoksul bir evin penceresinde, beklenen postacının cepheden getireceği mektup. Soğuk yüzlü, resmi, para kokan iş mektupları. Nazım Hikmet’in eşine, Kemal Tahir’e yazdığı hapishane mektupları. Bir sınavda başarılı olduğumuzu ya da bir mesleğe adım attığımızı bildiren mektuplar. Bütün bunların, günümüzde, internetin iki satırı arasına sıkışmış olması ve kalıcılığını yitirmiş olması hayatımızın başka yönlerinde de olduğu gibi köklü bir kültürel değişimi gösteriyor.
Adamızdan örnek vermek gerekirse, gururla saklamak istediğimiz Kale, geleneksel konutlar, bağlar gibi her şey böyle bir kalıcılık ve kültürel süreklilik ürünü. Bunları özenle korumaya ve sürdürmeye çalışıyoruz.
Antik kültürleri günümüze taşıyan Mısır Hiyeroglifleri, Asur çivi yazıları ya da modern alfabenin atası sayesinde meşhur İskenderiye, Bergama, Bağdat kitaplıkları var oldular. Bir de sosyal medyada bir tuş darbesiyle silinip giden, hiçbir kalıcı kültür oluşturmayan, duyguları bile alkış, gülme, kızgınlık gibi basitleştirilmiş emojilerle anlatan e-postalar. Bayramlarda bile telefonla sesimizi duyurmaya üşenen, basmakalıp bir şey yazıp onlarca kişiye gönderen duygusuz duyarsız davranış biçimleri. Doğru, bu da bir kültür, e-posta ya da emoji kültürü denebilir. Çocuklarımızın ikiyle ikiyi çarpmak için bile kolaycılığa kaçmasından, hesap makinası kullanmasından şikâyet ediyoruz. O zaman şunu sorgulamamız gerekiyor. Kültürü oluşturan birikim, süreklilik ve kalıcılık nerede?
[Bu yazı Şubat 2022’de Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.]