Pastırma yazı neşelendiriyor bizi bu yıl da. Güneş tüm içtenliğiyle gülüyor hâlâ. Ada insanının tüm gün dışarıda geziniyor olmasından belli, memnunuz hepimiz halimizden. Sokaklarda elimiz cebimizde öyle amaçsız dolaşmayı seviyoruz bu mevsimde.
Memnunuz ve seviyoruz, lakin yine de hepimiz kaçıp gitmek istiyoruz arada. Şairin dediği gibi değilmiş aslında, zor değilmiş o kadar, canımız istediğinde çekip gidebiliyoruz işte. Öyle plansız, bavulsuz, amaçsız çıkıverdik Ada’dan ani bir kararla. Hadi gidelim dedi birimiz; hadi gidiverdik hepimiz. Öğle gemisiyle Geyikli’ye geçtik.
Necla’nın arabası Suzi’yle gidiyoruz. Geyikli’den geçiyoruz. Buralar tanıdık. Kaybolmak mümkün değil. Yola çıkarken oysa, “Ah, keşke kaybolsak, ne güzel kayboluruz şimdi.” diyorum. Recai direksiyonda, sakin, vakti zamanında kaybolmuşluğu var belli, anlıyor beni. Ağzının içinde bir yol türküsünün tadı var, o da belli. Suzi’yle anlaşmışlar gibi bazen o çeviriyor direksiyonu, bazen Suzi karar veriyor ne yöne gideceğine; gidiyoruz.
“Kemallı, burası” diyor Recai. Köyün kahvehanesinde durup çay içiyoruz. Üç beş yaşlı oturmuş hasbihal ediyor. Bizi görünce hoş geldiğimizi söylüyorlar. Ne güzel laf, ‘hoş geldiniz’. Olumlu bir ön yargısı var. Bizi tanımıyorlar ama hoş geldiğimizi düşünüyorlar. Sağ olun, biz de sizi hoş bulduk.
Çaylarımızı içip kahvehane sakinlerine teşekkür ettikten sonra yola koyuluyoruz yine. Kemallı’da eski usul çalışan bir zeytinyağı fabrikasının önünde duruyoruz az sonra. Bahçede kasa kasa zeytin var. Selamlaşıyoruz zeytinlerle. İçeri giriyoruz. Kocaman, tonlarca ağırlıkta taş tekerler altında ezilen zeytinlerin, tarifi olmayan, sadece daha önce koklayanlarca bilinen o kokusu karşılıyor bizi ilkin; sonra çalışanların meraksız bakışları, bizden önce gelmiş başkaca misafirlerin şaşkın yüz ifadeleri ve fabrika sahibinin güler yüzü…
Orta yaşlı, güler yüzlü fabrika sahibi ilk zeytin hasatının henüz yapıldığını ve zeytinyağı almak istiyorsak bir hafta sonra yeniden gelmemiz gerektiğini anlatıyor. Gözümüz oturdukları masaya takılıyor. Rakısız çilingir sofrası kurmuşlar, diyorum içimden; ne hoş fikir. Biraz peynir, ortadan kabaca bölünmüş birkaç baş soğan, ekmek ve bir tabağın içinde yılın ilk mahsulü zeytinyağı. Henüz kimse tadına bile bakmamış. Bir çeşit seremoniye denk gelmişiz galiba.
Az sonra orta yere bir ses, “Buyurun tadına bakın.” diyor. Necla ve ben sanki bu anı bekliyormuşuz gibi çabuk hareketlerle, ritüelleri bozma pahasına masaya yanaşıp ekmek koparıyoruz birer lokma. Bandırıp zeytinyağına, ekmeği şöyle bir kendi etrafında döndürüp özensizce ağzımıza götürüyoruz.
Doğa ananın marifetli ellerinden çıkan her şey nasıl da kutsal. Bir kez daha anlıyorum ona neden ana dediğimizi. Nasıl da dokunduğu her şeyi güzelleştiriyor. Nasıl da doğurgan. Ağzımın içinde rayihası yayılırken ekmeğin ve zeytinyağının, gözlerim kapalı, belki bir saniye süren bir yolculuğa çıkıyorum. Çocukken okuldan döndüğümde, çantamı rastgele merdivenlere atıp annemin pazı otu ve peynirle yaptığı böreği, ağzımı kocaman açıp bir ısırık aldığım o ana gidiyorum. Uzun zamandır çocukluğumdan tek bir anıyı bile hatırlamıyor oluşuma şaşırıyorum. Sonra birden Gökmen’in “Hadi gidiyoruz.” demesiyle gözlerimi açıyorum ve yola koyuluyoruz.
Kemallı’dan sonra yolumuzun üzerinde Tavaklı var. Orada da birer çay içip Üseyin amcayla sohbet ediyoruz. “Çay parasını mümkünü yok size ödetmen.” diyen amcaya adını soruyorum, “Üseyin” diyor.
Yola devam ediyoruz. Karbastı tabelasını görünce Recai, ani bir manevra ile o yola sapıyor. “Kar bastığına göre uzak ve ıssız bir yer” diyor Recai burası için, “Kesin kayboluruz” diye ekliyor. Hadi inşallah, diyoruz. Karbastı’da biz kaybolmadık ama belli ki köy halkı kaybolmuştu. Dört kişi, olanca dikkatimizle etrafa bakınıp durduk ama tek bir insan bile göremedik. Sokaklarda kediler, köpekler, tavuklar vardı ama hiç insan yoktu. Merak ettik elbet lakin yolculuğumuzun bir gizemi olsun diye hiçbirimiz durup konuyu araştırmayı ya da bir kapıyı çalıp “Neredesiniz yahu?” diye sormayı aklımızdan geçirmedik.
Karbastı’dan ayrılıp toprak bir yoldan önce Ayvacık asfaltına indik, oradan Ayvacık’a gittik. Ayvacık pazar günü sakin, sessiz… Birkaç dükkân açık, birkaç insan var sokakta hepsi bu. Küçük bir yer zaten. Kaybolmak mümkün değil. Yemeğimizi yiyip dönüş yoluna geçiyoruz. Suzi, keyifli keyifli yol alıyor Ada’ya doğru. Sonrası malum; gemi, yarım saat yol ve Ada…
Amaçsız çıktık yola, bavulsuz, plansız. Ah bir de denk gelse kaybolsak ne güzel olur dedik. Bunun için elimizden geleni de yaptık. Ama işte; akıllı telefonlar, Google Map’ler, güzergâhın tanıdık olması, bir türlü kaybolamadık. Ama galiba o zeytinyağı fabrikasında, zeytinyağına bandırılmış o bir lokma ekmeği ağzıma attığımda, ben kısacık bir süreliğine de olsa kayboldum! Ne güzel şeymiş kaybolmak. Ara ara böyle kaybolsak ya.
[Bu yazı Aralık 2015’de Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 10. sayısında yayınlanmıştır.]