“Ancak bir kentin sokaklarında, bir tür acı çekerek yaşamış olan biri, kaldırım taşlarının, kapı eşiklerinin, tuğlaların, pencerelerin ne anlama geldiğini fark edebilir.” John Berger
“Bana ayırdığın bu beyaz sayfaya” diyerek başladığımız hatıra defteri yazılarını hatırlayanlarınız vardır. Bilmeyenlere ise şöyle diyelim: Geçmiş yaşamınızı, dostluklarınızı hatırlamak, geleceğe naif kısa notlar bırakılan bir tür defter. Diğerlerine göre süslü. Renkli. Size özel yazılanların çok olduğu.
Böyle bir hatıra defterine yazıyor olsam Bozcaada’yı, en güzel kelimeleri yan yana getirip, en coşkulu cümlelerle anlatırdım. Ki Mendirek yazılarıma göz attığımda öyle olduğunu da görüyorum. Çünkü yaşadığım yeri çok seviyorum. Bilerek, hissederek tercih ettiğim bir yer. 24 yıl boyunca yazını kışını yaşadığım, ekmeğimi kazandığım, ruhumla hissederek, keşfetme ve anlama çabası içinde olduğum yer.
Dönüştürmeyi hiç istemediğim ancak, ayak bastığım anda -gelen herkes gibi- kaçınılmaz bir sonuç olarak değişiminin parçası olduğum yer.
Uzun bir aradan sonra bugün yürüyorum. Bu kez geçmişimden bugüne doğru. Sorular akıp duruyor. Geldiğim ada neresiydi? Gelecekte nasıl bir adada yaşıyor olacağım? Ortak sorularımız, konuştuklarımız.
Fakat bu yürüyüşte bana eşlik eden o hatıra defterinin sayfalarını açtığımda, not düştüğüm, övgüler dizdiğim adanın, geçmişte kaldığını görüyorum.
Bu ada nereye gitti? İnsanı peki? Ayazma’dan eve dönerken karanlık yolları hatırlıyorum. Uçsuz bucaksız bağ peyzajını. Hemen karşımıza çıkan tavşanları ve alıcı kuşları. Bağlarda çalışanları. Akşam rakısına gelen bağcıları. Polente burnunda henüz özelleşmeden önce içinde gezindiğim muhteşem feneri ve hikâyesini, kırların yabaniliğini, bazen kumsalda birlikte yürüdüğüm göçmen deniz kuşlarını. Vahit’in küçük lokantasını.
İlk ev gezmemizde, bir kış günü bize ikram edilen havuç ve lahanadan oluşan tabağı hatırlıyorum. İlk bağ budama hikâyemizi, ilk asma çubuğu ile karşılaşmamı, ilk üzüm ve domates reçelini tattığım günü. İlk çiğ dolmayı ve kapımıza gelen Koliva’yı. İlk kurban etimizi. İlk kez bir kapı önü muhabbetinde şarap ve sardalye yediğimiz günü. Bir düğüne katılışımızı, bir cenazeye… Ağlaştığım, gülüştüğüm dostlukları.
Göçüp gidenleri düşünüyorum bir yandan. Kendileriyle beraber gelenekleri, ritüelleri ve diğerlerini alıp gidenleri.
Semra Teyze’nin 40 karınca yuvasından topladığı toprakla dolu, kuruş boyunda keseyi uzatırken bir yandan dua edişini. Bereketi ve o bereketi paylaşma arzusunu. Zühtü Abi’nin resimlerine düşen adayı. Kol kola gökyüzüne, denizin derinliklerine uzamış elleri, ayakları. Denizden çıkmış karada ve gökte yürüyen türlü mahlukatı. Birlik olma arzusunu.
Yürümek ne kadar ilginç bir iş. Anılar sökün ediyor zihnimden ve sanki ayaklarıma dolanıyor.
İnsan sürekli yaşamını anlamlı kılma çabası içinde. Farkında olarak yahut olmayarak. Bu sırada “geçmiş zaman” bu anlamlandırma çabasının bir parçası oluyor. “Bir zamanlar” deriz örneğin. Böyle diyerek yaptıklarımızı, onun rüyasını görmek isteyen birinin avuçlarına bırakırız. Satarız yani. Kapitalist dünya, anılarımızı, yaşamlarımızı, zamanımızı ve daha pek çok durum ve duyguyu sattırır bize. Yaparız.
Her yönüyle bir ticaret adası oldu adamız. Tüketilen şey sadece denizi, kumu, yemeği, şarabı değil. Bir yaşama biçimi. Artık olmayanı, sanki varmış gibi, biliyormuş gibi. Kulaktan dolma.
Her şey satılıktır. İsimlerden başlarız satmaya. Kimin kahvesi? “Kimin şarapevi?” “Öyle mi?”, “Ne güzel!” İsimleri yaşıyor, deriz. İsimler neden yaşar onun üzerine pek düşünmek istemeyiz. Satmaya devam ederiz alışkanlıkları ve başka şeyleri. Sokakları, kapı önlerini, eşikleri ve pencereleri. Sardunya ve begonvilleri bile. Hatta öyledir ki örneğin “bağbozumu” bile satılır bir şeydir. Fakat bir sonbahar sabahı bu satıcıların hepsi, yerlisi, yabancısı, adalısı, modalısı ama hepsi toplanır ve giderler. Gideceğiz. Kuramadığımız bağları düğümleyip çantamıza atarak, isimleri üzerinde asılı kalmış her tabela rüzgârda sallanırken.
Kapımızı kitler olduk bir zaman önce, dostlar dağıldı. İnsan ilişkileri yanlış budanmış zeytin ağaçları gibi. Bağlar, zeytinlik ve meyvelikler ile yer değiştiriyor. Ve sardalya dahil balık yok gibi bir şey. Bazen, kış ortasında, bir yazlık sitede oturuyorum da herkes gitmiş bir biz kalmışız hissim bile oluyor. Bana özel mi? Sanmam. Hele bu kış Gestaş çilesini beraber çektiğimiz kişiler hep aynı fikirdeler.
Peki, ne kalır geriye? Zamandan? Bu adadan?
Taşlardan, sokaklardan, insandan
Timur Selçuk’un güzel şarkısındaki gibi: “Kalırsa içinde bir derin sızı kalır”
[Bu yazı Haziran 2022’de Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.]