“Sokakların, evlerin ve içlerinde yaşayan insanların, kendi aralarında kurdukları ilişkiler tamamen tesadüfü ve kısa süreli gibi görülebilir. Evler, semtler ve şehirler, başka bir plan ile yerlerine yenileri yapılmak üzere yerle bir edilebilir. Ancak, taşların yerleri değiştirilebilse bile, taşlarla kurulan ilişkiler bu kadar kolay değiştirilemez”. (Fransız sosyolog ve düşünür Halbwachs)
O halde sormak gerekir, bir mekân ve orada yaşamış insanlar yok olduğunda, o mekân da gerçekten kaybolur mu?
Şimdi benimle bir yolculuğa katılın. Ege Denizi’nde bir teknede. Ufuk çizgisinde görünen bir adaya doğru. Tekne kıyıya yaklaştıkça görüntü netleşir. Tarihi bir kale ve onun kolları arasına sığınmış küçük liman. Birbirlerine yaslanmış iki katlı beyaz evler ve dar sokaklar. Minareleri ile iki cami, kilisenin saat kulesi ve kırmızı kiremitli çatılar.
Teknemiz artık limanda. Limandan merkeze ulaşan bir yol. Bir insan kalabalığı ile birlikte yürüyoruz. Ada mimarisinden kopuk, büyük modern beyaz bir bina (Ziraat Bankası Şubesi) ve bu binanın yanında, anıtsal bir görüntü ile yükselen hikâyemizin kahramanı çınar ağacı. Ağacın önünden adanın iki mahallesini boylu boyunca bir uçtan ötekine kesen ana yol.
Sıradan bir gözlem ile bugün ilk bakışta göreceklerimiz bunlardır. Oysa bu resimde artık görünmez olmuş iki kahraman vardır: Birisi Türk ve Rum Mahallelerinin sınırını doğal olarak çizen dere, diğeri ise tam olarak derenin ve her iki mahallenin kesişim noktasında yükselen mahfil. İki farklı dine mensup adalıların yaşamının en önemli kesişim noktası. Ayrı köylerde birbirinden kopuk yaşamak yerine, aynı merkezde, derenin iki yakasında iki ayrı mahallede yüz yıllarca yan yana yaşamış Türklerin ve Rumların düğünleri, dernekleri hep burada yapılmış. Hatta sinemada, çoğu zaman ilk kez, film izlemek için de bu çatı altında toplanılmış.
Şimdi artık bu resimde görünmez olmuş dereye ve mahfile ne olduğunu sorabiliriz.
60’lı yıllara dönelim. Roman bir müzisyenin dereye düşüp, boğulduğunu ve biraz da bunun bahanesiyle derenin üstünün kapatılarak yol haline getirildiğini; 60’ların sonlarına doğru mahfilin de yıkıldığını, daha sonra arsasını Ziraat Bankası’nın satın aldığını öğreniyoruz.
Bundan böyle hikâye artık ne derenin ne de mahfilin hikâyesidir. Artık çınar ağacının hikâyesidir. Çünkü 80’li yıllara gelindiğinde iki mahallenin kesişim noktasına genç bir fidan dikilir. Bu fidan caddeye adını vermiştir bile: “Çınar Çarşı Caddesi”.
Bu genç fidan bugün artık görünmez olan dereye köklerini uzatmış ve otuz yıldan fazladır ondan beslenmiştir. Mahfilin yerinde yapılmış Ziraat Bankası‘nın önünde adeta bir anıt gibidir. Dere de Mahfil de bugün artık görünmez olsalar bile çınar ağacının gölgesi tıpkı eski günlerdeki mahfil gibi insanları bir araya getirmeye devam etmektedir. Çınar ağacının gölgesi adeta mahfilin hayaleti gibidir. Ağacın gölgesine yerleşmiş masalarda yaşlısıyla genciyle, yerlisiyle yabancısıyla her gün adeta düğün kurulur. Orada farklı insanlarla oturup çay kahve içmek, sohbet etmek neredeyse törensel bir duygudur.
O gölge, insanlar ve mekânlar zaman içinde görünmez olsalar bile mekânın sürekliliğini bize anlatır. Çınar ağacının gölgesinde geçmiş ile gelecek birlikte yaşanır ve insanlar bilmeden daima bunu arar.
[Bu yazı, Nisan 2012’de İstanbul’da yapılan 10. Uluslararası Border Crossing Network Öğrenci Konferansı’nda sunulmuş bildirinin Mendirek Dergisi için hazırlanmış özetidir. Aralık 2015’de, Bozcaada Mendirek Dergisi’nin 10. sayısında yayınlanmıştır.]